Categories: Aile, Bireysel, İlişkiler ve Çiftler, Kişisel Gelişim, Uncategorized

“Zaman Tanrının ta Kendisidir! “/ Bir Mine Söğüt Röportajı

 
Deli Kadın hikayeleri isimli kitapla  tanıştığımda, karakterleri ve dilini olduğu kadar travmaları anlatış biçimi ve yorumlayışına da hayranlık duyduğum, bir psikolog olarak beni çok etkileyen Mine Söğüt ile röportaj fikri  o an içime düşmüştü.  Diğer kitaplarını da okuduktan sonra ve onunla tanışma fikri beni daha da heyecanlandırdı. Kendisi beni kırmadı ve sohbet teklifimizi içtenlikle kabul etti.

Mine  Söğüt, zarif, cesur ve samimi bir yazar. Sadece yazar değil elbette, yaşamdan zevk almayı bilen, sanatçı ruhlu bir keşifçi. İstanbul Üniversitesi Latin Dili ve Edebiyatı bölümü mezunu. Gazeteciliğe 1990 yılında başlamış, halen Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarlığı yapmakta.

Deli Kadın Hikayeleri, Beş Sevim Apartmanı / Rüya Tabirli Cin Peri Yalanları, Kırmızı Zaman,  “Şahbaz’ ın Harikulade Yılı 1979” başta olmak üzere  vurucu, etkileyici ve samimi bir dil ile  yazdığı roman, hikaye kitapları, söyleşi kitabı ve biyografi kitabı bulunmakta.

Sorularıma,  okurken çok derinlere daldığım, Deli Kadın Hikayelerİ ve psikolojik bir roman diyebileceğim Beş SevimApartmanı; Cin Peri Yalanları ile başlamak istedim. Önce kitapları hakkında, sonra evlilik, aile ve toplumun değer yargıları hakkındaki düşünceleri ile ilgili  yaptığımız bu keyifli sohbetten umarım siz de en az bizim kadar keyif alırsınız.

Sevgilerimizle

 


Hem Deli Kadın Hikayeleri hem de Beş Sevim Apartmanı kitaplarınızdaki bu karakterlerin sizi koruyan bir tarafı var mı?

Benim yazıyla duygusal bir bağım pek yok. Yazılarıma karşı hiç anaç değilim. Kendi yazdıklarımı gerekmedikçe okumam. Hatta bazen ne yazdığımı unutacak kadar da yabancılaşırım. Bir keresinde kendi yazdığım bir yazıyı, tamamen unutmuşum, bana ait olduğunu fark etmeden okudum; üstelik bir de pek beğendim!

Kitaptaki karakterlerin beni koruması mevzubahis değil; ben kendimi her şeyden gayet iyi korurum. O karakterlere de mevzuya da uzaktan bakıyorum ben, hem de çok uzaktan. Beş Sevim Apartmanı’nı okuyanlar çoğu zaman bana “Sizin çok mu kötü bir hayatınız oldu” diye sorarlar. Aksine fazlasıyla iyi bir hayatım oldu.  Ben çok sıradan dertlerle boğuşan, büyük travmaları olmayan bir ailede yetiştim. Babamın 17 yaşımda kanserden ölmesi dışında bir travmam yok. O da bir hastalık üzüntüsü kadar bir şey neticede. Onun dışında mutlu çekirdek bir aile var geçmişimde. Kibar, kavga etmeyen, feodal olmayan… Bu durum kitabı okuyanları çok şaşırtıyor. Onlar, bu kitaba yansıyan çocukluk travmaları, ensest, büyük intiharlar benzeri dertlerim olduğunu düşünüyorlar ve büyük bir hayal kırıklığı yaşatıyorum. Aslında büyük dertlerim olmadığı sağlıklı olduğum için dışarıdan bakabildiğim için yazabiliyorum belki de.

Mine Söğüt röportajDeli Kadın Hikayelerindeki deli kadınlar,  yaşamınızın öncüleri mi artçıları mı?

Kendi yaşamım bu  hikayelere göre daha korunaklı ve dengede ama dışarıdaki hayat böyle değil. Bu coğrafyada benim yazdığım kadar hatta daha korkunç şeyler yaşayan insanlar var. Ben kendi hayatımı değil, onların hayatını yazıyorum. Bireyden başlayıp sistemin her yerine bulaşan bir kötülük nasıl oluyor da bu kadar iktidarda olabiliyor, onu sorguluyorum.

Bu hikayeler üçüncü sayfa haberleri gibi.  Bende değil ama yan komşumda olduğunu biliyorum. Tamamen gözleme dayalı olarak yazıyorum. Gözlem ama beni dehşete düşüren gözlemler. Bu hayatları kabul edemiyor, böyle olmaması gerektiğini seziyorum.

Hep bir denge var, 

hiçbir çağ diğer çağdan daha iyi veya daha kötü değil.

 

Yazmak  bir isyan mı? Dünya kötü bir yere gidiyor…

Hayır aslında hep aynı yere gidiyor. Hep bir denge var,  hiçbir çağ diğer çağdan daha iyi veya daha kötü değil. Hep aynı şeyleri deneyimlersek aynı şeyler olur. Çok itaatkar olduğunuz ve bize verileni sorgulamadan kabul ettiğimiz için oluyor bunlar. Sosyal hayata karşı, korunaklı bir hayat yapmaya çalışırken o kadar korunaksız bir yaşam inşa etmişiz ki onun içinde kısılıp acı çekiyoruz.

Yazmak bu ortamda isyana davet… Farkındalığa ve ardından itiraza bir çağrı.

Değer yargıları sosyal hayatın içinde. Bu bizi bir kafesin içine sokuyor aslında. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Ben kıblemizi isyana, itiraza, olmadı sorgulamaya çevirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Yazarken ve okurlarla sohbet ederken hep anlatmaya çalıştığım şey bu. Mesela tüm genç kızlar, bir gelinlik hayali kurarlar. Çok özel bir günde çok özel bir şeyi hayal ederken aslında bir üniformaya doğru yönlendirildiklerini hiç düşünmezler. Madem toplum size o gündelik olmayan abartılı giysiyi giymeniz için fırsat veriyor; aslında o gün hayatının diğer günlerinde giyemeyeceğiniz herhangi başka bir giysiyi giymek de isteyebilirsiniz. Özel ve kendinize ait bir seçim yapabilirsiniz…

Ben bunları anlatırken özellikle gençler bir an heyecanlanıyorlar ama sonra akıllarına anneleri geliyor: “Gelinlik giymezsem annem üzülür” diye bir şeye inandırılmışız. Hiç düşünmemişiz. Anne neye üzülür. Çocuğu hastalanırsa, başına kötü bir şey gelirse üzülür. Çocuğun ne giydiği neden anneyi üzsün!

O noktada annenin üzüldüğü gerçek şeyi buluyoruz. Anne üzülmez; sadece otoritesi sarsılacak diye telaşlanır ve o telaşı anaç bir üzüntü kalkanının arkasına saklar. Bir çocuk olarak zaten annenin otoritesini sarsmak ile yükümlüsünüzdür; o üzüntü saçmalıkları aslında bir terbiye yoludur. Annelik bağı üzerinden toplum genç bireylere kendi yargılarını dayatır. Onu sorunsuz bir evliliğe, itaatkar bir eş olmaya, sonra ebeveynliğe, işçiliğe, memurluğa ve nihayetinde emekliliğe doğru itekler ki ekonomik sistem tıkır tıkır işlesin. Güven vaadiyle son derece güvensiz bir dünyaya doğru haince iter toplum gençleri.

Evlilik bizim de alanımızın çok içinde, önemli bir konu. Seçimler ve evlilik hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizin evliliğiniz nasıl gerçekleşti?

Eğer hayatınızın tümünü, ya da bir bölümünü tek bir kişiyle geçirmeye karar veriyorsanız çok iyi bir seçim yaptığınızdan emin olmalısınız. Biraz düşünseniz, değil evli belki komşu bile olmak istemeyeceğiniz biriyle “aşk” masalına kanıp evlenirseniz, kaçınılmaz bir şekilde mutsuz olursunuz. Bu kadar basit.

Ben çok iyi arkadaş olduğum bir insanla evlendiğim için 22 yıldır eğlenceli ve mutlu bir ev hayatı yaşıyorum. Biz hiçbir zaman toplumun evliliğe yüklediği anlamı kendi birlikteliğimize yüklemedik. Zorunluluklardan uzak, isteklerimize, gönlümüzden geçenlere özen göstererek yaşadık ilişkimizi. Birlikteliklerde insanın karşısındakini olduğu gibi kabul etmesi ve kendi töleransını doğru değerlendirmesi önemli. Onu gerçekten seviyor ama bazı konularda değişmesini istiyorsanız bu kötü. Kimse kimseyi değiştiremez. Ama kendini değiştirebilir. Karşınızdakiyle değil kendinizle uğraşırsanız her zaman daha mutlu olursunuz.

Özgürlük kısıtlayıcı hiç bir işe girmem!

Bir röportajınızda çocuk sahibi olmak istemediğinizi izlemiştim. Peki çocuk istemediğinize nasıl karar verdiniz?

Kendi ailemde ve yakın çevremde annesiyle sorunlar yaşamış çok insan vardı. Eğer doğurursam başıma gelebilecekleri onlar üzerinden iyi kötü okuyabiliyordum. Nasıl bir hayat yaşamak istediğini uzun uzun düşünen ve tercihlerini ona göre yapan biriyim. Daha 15 yaşındayken anne olmak istemediğimi gördüm. Ben özgürlüğüne çok düşkünün biriyim. O yüzden özgürlük kısıtlayıcı hiç bir işe girmem.  Bu sayede de mutsuzluk duvarına pek toslamam. Çocuk doğurmamak belki toplum için radikal bir karar ama benim için sıradan ve akılcı bir karar.

Biraz anda yaşıyor gibisiniz hayatı. Bu araya hemen bir soru sıkıştıralım☺ An felsefesi ve anda kalmak ile ilgili ne düşünüyorsunuz?

Tüm kitaplarımda uğraştığım şey aslında benim “zaman”dır.  Şöyle düşünürüm: “Zaman tanrının ta kendisidir”. Hakim olduğumuz ve gerçekten içinde var olduğumuz tek şey andır. Geçmişe de geleceğe de içinde bulunduğumuz andan bakarız. O yüzden andaki farkındalık çok önemli.

Yazdıklarımda, tüm kurgular ve dertler bunun üzerine. Durduğumuz yer, yaptığımız şey, aldığımız kararlar yani bizzat biz, anı temsil ediyoruz. Anı kavramak ile kendimizi kavramak aynı şey. Biz geçmiş ve geleceği kavrama telaşına düşüp anı yani kendimiziz kavrayamıyoruz. Üzerimizdeki ağırlık, bu yüzleşememenin ağırlığı.

mine söğüt psk. ezgi başaran kolektif psikolojiSon zamanlarda toplumun geldiği nokta siyasi olarak sıkıntılı bir dönemden geçiyor. Cumhuriyet gazetesi de toplumun bazı kesimlerinden tepki görüyor zaman zaman. Siz Cumhuriyet Gazetesi’nde yazar olmakla ilgili kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Baskı altında hissediyor musunuz?

Prensip olarak böyle bir politik kaosun içinde yazar kimliğimle var olabileceğim çok az yerden biri Cumhuriyet. Tabii ki hükümetten ciddi bir baskı var ama ben bunu umursamıyorum. Bir otokontrolüm yok. Bildiğimi okuyorum. Şu anki iktidarın fıtratı gereği basına eziyet etmesi doğaldır. Bizse fıtrat nedir bilmeyiz. Düşünür ve neye evet neye hayır dememiz gerektiğine duruma göre karar veririz.

 

Siz daha önce hiç psikolojik destek almış mıydınız? Ve son olarak Psikoterapi desteği hakkında düşüncelerinizi de bizimle paylaşır mısınız.?

Çok kısa bir süre bir psikoloğa gittim. Her konuda irade sahibi olduğum halde neden bir türlü zayıflayamadığımı dert edinmiştim. Bir kaç seans sonra sıkılıp bıraktım ama o seanslarda yaşadığım farkındalıklar çok daha sonra hayatımı değiştiren  önemli bir yola soktu beni.

Ruhun da herhangi bir uzuv gibi hastalanabileceğini biliyoruz. Gerektiğinde onu profesyonellere emanet etmekte bir sakınca yok bence.

 Hiçbirimiz eksik veya fazla değiliz !

Edebiyat veya yaşam ile ilgili gelecek planlarınız neler? Yeni projeleriniz var mi?

Kendini işiyle tarif eden biri değilim; o yüzden gelecekte ne yazarım, nerede çalışırım hatta yazar mıyım, çalışır mıyım bilmiyorum. Hedeflediğim tek şey hırsı değil hazzı kovalayan bir hayat sürdürmek. Kendimi iyi hissedeceğim ne varsa onları yapmak istiyorum.

Önemli olan etrafta ne olup bittiği değildir; önemli olan, o şeyler olup biterken bizim ne yaptığımızdır. Hiçbirimiz eksik veya fazla değiliz bence. Herkes tam. Sorun bu tamlığın farkına varamamamız. Yapacağımız şeyleri yapmamamız. Yapamayacağımız şeyler için kendimizi parçalamamız. Hedeflerimizi doğru seçersek mutsuz olmamız, kendimizi başarısız hissetmemiz mümkün değil. Kuşsanız uçacaksınız, köstebekseniz yer altını keşfedeceksiniz. Ama kuş olduğunuz halde toprağın altına girmek isterseniz ya da köstebek iken uçmaya yeltenirseniz… üzülürsünüz.

Psikolog Ezgi Başaran