Categories: Genel Tags: , Leave a comment

Gerçek Benlik Arayışı- Persona-Film Analizi

Gerçek Benlik Arayışı – Persona Film Analizi

Filmin başında bir örümceğin, kesilmiş bir koyun başının, çıkarılmış bir işkembenin, çivili bir elin ,
morgda bir ölünün ve son olarak da yerde yatan bir çocuğun görüntüsü görüyoruz. Bunların hepsi farklı
yorumlanabilen ve filme farklı yönlerden bağlı olan görüntülerdir. Ekranda beliren örümcek,
benliğimizdeki gölgenin ve benliğimizin istenmeyen kısmının açık bir tezahürüdür. Bu parçamız, açığa
çıkmasın diye kendimizden bile sakladığımızgölge yanımızdır. Bu karanlık tarafı bu kadar açık görmek hem
korkutucu hem de tiksindirici olabilir. Belki de film boyunca ve yaşam içinde kendimiz olmanın tek şartı,
bu örümceğe bakmaya cesaret etmek, sadece ona bakmak da değil, onu görmektir. Koyun başı, birçok
şeyin tezahürü olabilir. Bu tezahür, gerçek benliğimizi açığa çıkarmaktan korktuğumuz için onu yavaş
yavaş öldürmemiz olabilir. İç organları dışa doğru dökmek ise iç karanlığımızdan kurtulmak gibi
görünebilir ama aynı zamanda ruhun ve gerçeğin ölümüdür. İlk sahnelerde saklamak ve bastırmak
istediğimiz birçok şeyin hızla ortaya çıkması, filmin bizi ilk dakikadan itibaren gerçek benliklerimizle
tanıştıracağının işaretidir.
Yine ilk sahnelerde morgda yaşlı insan cesetleri ve bir çocuk cesedi görülmektedir. Bu sahne, her
kişiye çocuk arketipi hakkında farklı şeyler anlatabilir. Bu sahnenin akla getirdiği şeylerden biri yaşanılan
yıl ile gerçekten yaşadığımız süre arasında bir bağlantı olup olmadığı sorusudur. Bir çocuğun ölümü erken
ölüm olarak adlandırılır. Asıl soru, yaşadığımız yılların kaçını gerçek benliğimizle yaşadığımızdır. Kendimize
en yakın olduğumuz ve içgüdülerimize göre yaşadığımız yılların çocukluk yılları olduğunu düşünürsek,
buradaki çocuk bedeni aslında yaşlı bedenlerden daha uzun yaşamamış mıdır?
Filmin ana karakteri Elizabeth Vogler bir tiyatro oyuncusu. Elizabeth’in mesleği olarak gerçek
kimlikten kopup farklı roller üstlenmeyi gerektiren bir mesleğin seçilmesi tesadüf değildir. Elizabeth,
Electra adlı oyunu sırasında sessizleşir ve bir daha asla konuşmaz. Electra, annesinden nefret eden ve
intikam almak isteyen bir karakter hakkında bir oyundur. Film boyunca anne, çocuk, gerçek ve sahte
benlik imgelerine çokça rastlıyoruz. Filmin diğer ana karakteri Alma ise Elizabeth’e bakmakla
görevlendirilen hemşiredir. Alma daha filmin başında Elizabeth’in yarattığı kişiliği takip etmek yerine
sessizliği seçmesinin büyük bir karar olduğunu fark eder. Sessiz kalmayı seçmek bizim için oluşturulan
kalıplara uymanın ve maskelerin arkasına saklanmanın risksiz bir yoludur. Öte yandan Elizabeth, kendisi
olmayı seçmek için yeterli cesarete sahip değildir. Bu yüzden yapabileceği tek şeyi yapar ve sessiz kalmayı
seçer.
Alma Elizabeth ile tanıştıktan sonraki sahnelerde nişanlısıyla evleneceğini, çocukları olacağını ve
onlara bakacağını söylüyor. Her şey içimde belli ve bu bana güven veriyor, diyor. Filmdeki birçok sahnede
gösterilen ayrım budur. Nereye bakıyoruz ve nerede görüyoruz? Tüm bu kararlar iç benliğimizle
verdiğimiz özgür kararlar mı? Yoksa biz doğmadan önce belirlenen roller ve doğduğumuzdan beri içimize
yerleştirilen, kendi iç sesimizden ayıramadığımız sesler mi? Özdeşim, bilincin bilinçsizce gerilemesidir.
Kişinin taktığı maske ile özdeşleşmesi ve kendine tamamen yabancılaşmasıdır (Urban, 1992). Elizabeth,
dış güçlerin eylemleri üzerindeki kontrolünün farkındadır. İnsanlar maskeleri ve personaları tarafından
kontrol edilirler. Elizabeth’i sessizliğe iten de tüm bu farkındalıktır.
Tam entegrasyon, bireyin çevresiyle bütünleşmesi ve sahte bir varoluş yaşaması anlamına gelir
(Jung, 2014). Elizabeth’in doktoru Elizabeth’in başkalarının varlığındaki mevcudiyet ile kendi içindeki

mevcudiyet arasında bölünme yaşadığını söyler. Başkalarının varlığıyla bütünleşemeyen birey, topluma
tam olarak uyum sağlayamaz. Doktor, tüm bunların baş dönmesine ve gerçek yüzünü göstermek için
bitmeyen bir açlığa dönüştüğünü söylüyor. Çünkü sahte bir varoluşa sahip olsak bile, gerçeklik kelimenin
tam anlamıyla hayatımıza sızar ve sığınağımızı bozar.
Doktor ayrıca Elizabeth’in intihar edememek için sessizliği seçtiğini söylüyor. Sessizliğin onu yalan
söylemekten kurtardığını söylüyor. Sessizlik sizi birkaç farklı rol üstlenmekten kurtarabilir, ancak bu
gerçek bir varoluş anlamına gelmez. Filmin yönetmeni Ingmar Bergman da bir röportajında ​​bu sessizliğin
de bir tür maske olduğunu belirtiyor. Maskelerle yaşayamayan bir kişi, sessizliği kolay bir yol olarak
seçebilir, ancak bu Jung’un tanımladığı bireyselleşme sürecini gerçekleştirebilmek anlamına gelmez.
Bireyselleşme, kişinin gerçekte olduğu şeyi kendi özüne dönüştürme sürecidir(Jung, 1939).
Alma bir sahnede bir kitaptan şu cümleleri okur: “Bu endişeler, çaresiz düşlerimiz, açıklanamayan
zulmümüz, yok olma korkumuz, dünyevi koşullarımızla ilgili farkındalığımız barış umudumuzu
güçlendiriyor. Umut ve şüphemizin gece çığlıkları, sefaletimizin ve korkunç farkındalığımızın en korkunç
kanıtıdır.’’ Sahte varoluşun ruhumuz üzerindeki etkilerini bu sözlerle açıkça görebiliriz. Açıklanamaz
zulüm, kendimiz olamamanın acısıdır ve bunun farkında olmadığımız için zulme dönüşür. Aynı zamanda
hayatta asla kendimiz olmadığımız için gerçek bir anlam bulamıyoruz ve bu anlamı bulmadan kaybolmayı
kabul edemiyoruz.
Maskelerle yaşadığımızın ve gerçek benliğimize ulaşamadığımızın bilincine varmak, yıkıcı bir
sürecin başlangıcıdır ve değişim gerektirir. Hayatta normal adı altında bize yansıyan belli bir düzen vardır
ve yaşayacağınız düzen siz doğmadan çok önce belirlenmiştir. Bu düzende toplum size farklı roller atar ve
bu rollere uygun maskeler takarak hayatınıza kolayca devam edebilirsiniz. Ancak bu düzende sahte
benliğinizle var olduğunuzu anlamak çarkın dışına çıkmak anlamına gelir. Bu farkındalığa sahip
olduğunuzda, oyunculuğa devam etmek zorlaşır. Düzenin bir parçası olurken kolayca yaşadığınız hayat
size yabancı hale gelir.
Alma, Elizebeth’e birçok sahnede hayata dair planlarını ve olasılıklarını anlatır. Bu olasılıkların
ortak noktası, başkaları için anlamlı olabileceği bir konuma gelmesini sağlamalarıdır. Alma’nın hayatta
üstlenebileceğini söylediği her rol, başkalarını memnun etmek için yaratılmış rollerdir. Filmin başka bir
sahnesinde Alma, Elizabeth’e nişanlısına aşık olmadığını ama ona sadık olduğunu söyler. Bir sonraki
sahnede ise nişanlısını aldattığı günü anlatır. Şu cümleleri kurar: Küçük şeyler yüzünden kendinizi suçlu
hissediyorsunuz, anlıyor musunuz? İnandığımız her şeye ne oldu? Aynı anda tek ve aynı kişi olabilir misin?
Yani ben iki kişi miydim? Winnicott’a göre her insanın iki farklı benliği vardır: gerçek benlik ve sahte
benlik (Winnicott, 1960). Alma’nın filmin bu bölümünde bahsettiği iki kişi, onun gerçek ve sahte
benlikleridir.
Sahte bir benliğe, yani personaya tam olarak uyum sağlayamadığımızda, içimizde iki kişiliği
bölünmüş olarak hissetmek mümkündür. Sahte benlik gerçek gibi görünen idealize edilmiş, ölü ve boş
benliktir. Bu iki karakterin ruhunda, gerçek ve sahte benlik birbirine karışır. Sahte benlikte, diğer
insanların varlığı ve beklentileri, gerçek benliği örterek gerçek benliğin açığa çıkmasını engelleyebilir. Tüm
bu tezatta, her ikisi de aynı bedende ve ruhta var olabilir. Bunu, Alma ve Elizabeth’in görsel olarak iç içe
geçtiği birçok sahnede hissedebiliyoruz.

Bir sahnede Alma, bir göldeki yansımasına bakar. Anlamamız gereken şey bizim yansımamız değil,
gerçek benliğimizdir. Güvenmemiz gereken şey, başkalarının kendilerinden bize yansıttıkları veya görmek
istedikleri değil, gerçekte kim olduğumuzdur. Kişinin gerçek benliğini görmesi, aynadaki veya sudaki
yansımasına bakarak değil, düşündüğü ve inandığı her şeyi sorgulamaya cüret ederek mümkün olabilir.
Bireyin bireyselleşme sürecini fark edebilmesi için, kendi yansımasına başkalarının gözünden bakmayı
bırakması ve gerçek benliğini görmesi gerekir. Jung psikolojisine göre, bireyselleşme bir psikolojik
bütünleşme sürecidir. Kişinin kendi bireysel varlığını yarattığı ve diğerlerinden ayrıldığı bir süreçtir. Genel,
kolektif psikolojiden ayrı bir varlık olarak bireysel psikolojinin gelişimidir (Jung, 1967).
Filmin bir bölümünde Alma’nın görüntüsünün de ikiye bölündüğü gösteriliyor. Alma artık kendi
içindeki gerçek benliğine yakındır. Bundan sonraki sahnede kaçan insanlar ortaya çıkar ve tabuttan çıkıp
koşan bir iskelet görünür. Alma’nın gerçek benliği saklandığı, bastırıldığı yerden çıkarken, diğer insanlar
ondan uzaklaşacaktır. Filmin bu noktasında yine çivilenmiş bir el görülüyor. Bu el bize çarmıha gerilen
İsa’yı hatırlatır. İsa, çarmıha gerilerek diğer insanların tüm günahlarını öder. Alma da tüm hayatını diğer
insanların onda görmek istediği rollere göre şekillendirmiştir. Bu rollerden uzaklaştığı her an kendini suçlu
ve İsa gibi diğer insanlar için cezalandırılmaya hazır hissediyor.
Filmin bir sahnesinde Alma, Elizabeth’in konuşmamasına kızıyor ve sanatçıların başkalarına olan
sevgilerinden ilham aldıklarını düşündüğünü söylüyor. Yararlı olma istekleri ve insanlıkları nedeniyle
yaratıcı olduklarını düşünürdüm, diyor. Aslında gerçek yaratıcılık sanatçının iç ve dış dünyada kendi
alanına sahip olabilmesinden kaynaklanmaktadır. Her şeyin belirli bir düzene göre işlediği bir yerde
sanatsal heyecan ve ilhamın olması mümkün değildir. Bireyselleşme sürecine girmeyen bir kişinin
yaratıcılığa ulaşması da olası değildir. Kişinin yaratıcılığı başkalarıyla olan bağlantısından değil, birey
olmanın gücünden ve gerçek benliğinden gelir.
Winnicott, bir kişinin yaratıcı olmasının koşulunun gerçek benliğini keşfetmesi olduğunu söyler.
Winnicott’a göre yaratıcılık, bebeğin hem psikolojik hem de fiziksel olarak annesinden ayrılmaya yönelik
ilk hareketleriyle başlar. Bebek, kendi dünyasını yaratmak için kendisi ile annesi arasındaki fiziksel ve
zihinsel alanı kullanır. Winnicott’a göre bu yaratıcı eylem, annesinden bireyselleşme ve kendini ondan
farklı olarak tanımlama sürecinde bebek için gereklidir (Winnicott, 1971).Winnicott, yaratıcılığımızın
biçim ve düzenden değil, esas olarak bilinçdışımızın kaosundan ve “biçimsiz işleyiş” dediği şeyden
kaynaklandığını iddia eder(Winnicott, 1980).
Bir sahnede Alma Elizabeth’e, onun deliliğinin en kötüsü olduğunu söylüyor çünkü sağlıklı
davranıyorsun ve herkes sana inanıyor, sadece ben nasıl çürümüş olduğunu biliyorum, der. Alma,
Elizabeth’e kendi içinde çürümeye başlayan şeyleri yansıtır. Çünkü gerçek benliğinize ulaşmak aslında
anında iyileşmeyi sağlamaz. Önce inandırıldığımız her şeyi, tüm maskeleri ve sahte benlikleri çürütmeliyiz.
Onları çürütebildiğimiz ölçüde kendimiz oluruz. Gerçek benliğe ulaşma süreci gerçek bir çürütme ile
başlar.
Bir sonraki sahnede Elizabeth, oğlunun daha önce yırttığı bir fotoğrafına bakar. Alma Elizabeth’in
karşısına oturur ve bir gün ona birisinin annelik dışında bir kadının sahip olabileceği her şeye sahip
olduğunu söylediğini söyler. İlk başta güldün ve geçtin ama sonra bunu düşünmeden edemedin, diye
ekler. Alma, Elizabeth hamile kaldığında sorumluluktan, vücudunun şeklinin bozulacağından ve

oyunculuğu bırakmaya zorlanmaktan korktuğunu söyler. Yine de rolünüze devam ettiniz, der. Alma,
Elizabeth’e geri dönüşün olmadığını anladığında bebeğin ölü doğmasını istediğini söyler. Burada gerçek
acı, çocuğun anneye koşulsuz sevgi ile bağlanması ve Elizabeth’in bu sevgiye karşılık verememesiydi.
Alma önceki konuşmalarında kürtaj olduğunu söylemişti. Bu aynı zamanda filmin başında ve
sonunda gördüğümüz çocuğun Alma ve Elizabeth’in ekrandaki yüzlerine dokunuşunu da açıklıyor.
Toplum, anneyi ve anneliği kutsal kabul eder. Topluma göre kadının tam olması için annelik gereklidir.
Gerçek benlik bundan farklıdır. Benliğimiz anne rolleriyle uyumlu olmayabilir. Arzularımız çocuk
yetiştirmekle ilgili olmayabilir. Anne olmak bizi korkutabilir, annelik ruhumuza uymayabilir. Tüm bunların
yanında anne rolü toplum tarafından en çok kabul gören ve saygı duyulan rollerden biridir. Gerçek şu ki,
anne çocukla birlikte kendi ruhuna da yaklaşamazsa ve bu nedenle çocuk annenin gerçek benliğini ve
varlığını hissedemezse annelik yıkıcı olabilir. Filmde gösterilen çocuk anneye gerçekten dokunamaz. Anne
de hiçbir zaman gerçek benliğine ulaşamaz.
Filmin son sahnelerinde ise Alma’nın kararsızlık, ağrı ve mide bulantısından bahsettiğini
görüyoruz. Kendi benliğinize ulaşmanın acılı sürecini anlatan tüm bu sözler, bize Alma’nın bir kararın
eşiğinde olduğunu gösteriyor. İki seçeneği vardır: maskelerin arkasına saklanmak veya gerçek benliğine
ulaşma sürecine girmeye cesaret etmek. Sonra Alma’nın kolunu kestiğini ve Elizabeth’in bu kanı emdiğini
görüyoruz. Bu kan gerçek benliğin bir simgesiydi. Elizabeth gerçeğe ulaşmaya cesaret edemedi ve
gerçeğin tadına varmak için gerçek benliğine ulaşma yolunda olan Alma’nın kanını emdi. Son sahnelerde
sırasıyla Elizabeth ve Alma’yı evden çıkarken görüyoruz. En son olarak ise tüm bunları çeken bir kamera
görüyoruz. Alma ve Elizabeth’in yüzlerinin buluştuğu sahneyi de filmin sonunda yeniden görüyoruz.
Kameranın varlığı, sahtelik ile gerçekliğin iç içe geçmesidir; Alma ve Elizabeth’in yüzlerinin birleşmesi ise
gerçek benlik ile sahte benliğin iç içe geçişidir. Filmin tamamı bu iç içe geçişi vurgular. Filmin sonu ise
insanların hiç çıkarmadıkları maskelerinin ve maskelerini çıkarmaya her yaklaştıklarında yeni bir maske ile
kendilerini aldatmalarının bir tezahürüydü.

Hazırlayan

Zeynep Yalçınkaya

References
Jung, C. G. (1939). The integration of the personality.
Jung, C. G. (1967). Symbols of transformation: An analysis of the prelude to a case of
schizophrenia (RFC Hull, Trans.). H. Read et al.(Series Eds.), The collected works of CG
Jung, 5, 7-33.
Jung, C. G. (2014). Psychological types. Routledge.
Urban, E. (1992). The primary self and related concepts in Jung, Klein, and Isaacs. Journal of
Analytical Psychology, 37(4), 411-432.
Winnicott, D. W. (1960). Ego distortion in terms of true and false self. 1965 The Maturational
Processes and the Facilitating Environment.
Winnicott, D. W. (1971). The use of an object and relating through identifications. Playing and
reality.
Winnicott, D. W. (1980). The Piggle: An Account of the Psychoanalytic Treatment of a Little
Girl: Edited by Ishak Ramzy. In The Piggle: An Account of the Psychoanalytic Treatment
of a Little Girl: Edited by Ishak Ramzy (pp. 1-201). London: The Hogarth Press and the
Institute of Psycho-Analysis.

Bir cevap yazın